21 Ekim 2009 Çarşamba

Şarkı söyleyen kehribar şehir

20 Ekim 2009 - Akşam

Bundan 15 yıl önce hazırladığım haftalık teknoloji ekinde 'Evrensel kültür teknolojidir' mottosunu kullanmıştım. Teknoloji o günden bugüne sürekli gelişti. Her geçen yıl yepyeni teknolojileri haber yaptık, gelmekte olan teknolojileri öncesinden duyurduk. Teknolojideki gelişmelere paralel olarak yaşadığımız dünyanın da değiştiğine tanık olduk.

Teknoloji hep kültürleri yakınlaştırma, farklılıkları törpüleme görevi gördü. Bin yıl önce de öyleydi, bugün de böyle. Teknoloji geliştikçe, bilginin dolaşım hızı da artıyor. Bilginin paylaşım hızındaki hız artışı, yeni bir teknolojinin dünyanın her yerine yayılma hızını da artırıyor. Bu yayılmacılık beraberinde standartlaşmayı da getiriyor. Artık otomobil örneğinde olduğu gibi dünyanın farklı yerlerinde farklı özelliklerde (direksiyonun, park freninin yeri, sinyal lambalarının rengindeki bölgesel kullanım farklılıkları) kullanmıyoruz teknolojiyi.

Ancak her zaman olduğu gibi madalyonun yine iki yüzü var. Teknoloji sayesinde doğan ve yaygınlaşan evrensel kültürün getirdiği pratik faydalardan ne kadar memnunsam, girdiği her şehri birbirine benzetmesinden, dünyayı monotonlaştırmasından da o kadar mutsuzum.
HP'nin 'Bulut Bilgisayar' konulu yuvarlak masa toplantısı için gittiğim Bristol sokaklarında yaptığım kısa yürüyüşte, bu düşünceler üşüştü kafama. Bristol hala biraz farklı kalabilmeyi başarmış bir şehir dünyanın turistik metropolleriyle karşılaştırıldığında.

Ancak asıl şaşkınlığı Bristol'den iki günlüğüne geçtiğim Letonya'nın başkenti Riga'da yaşadım. Riga Avrupa'nın ortasında, kendi karakterini korumayı başarmış, kültürünün renklerini grileşmekten uzak tutabilmiş heyecan verici bir şehir.

Bir şehir ne kadar güzel, ne kadar otantik, ne kadar egzotik olursa olsun, halkı eğer medeni değilse o şehirden aldığım keyif hiçbir zaman doruklarda dolaşmaz. Riga'nın en büyük avantajı da bu bence; korumayı başardığı farklılıklarını çok medeni, kibar, saygılı, kültürlü ve entellektüel halkının eşliğinde sunuyor olması...

Riga şarkı söyleyen bir şehir. Riga'nın atmosferinde tınlayan doğal seslerle, suni seslerin harmonisinin yarattığı bir senfoni çalıyor kulaklarınızda sokaklarında dolaşırken. Şehrin ortasından geçen Daugava Nehri'nin şırıltısı, Arnavut kaldırımı döşeli yollarından sükunetle geçen otomobillerin lastiklerden çıkan tıkırtılar, çevredeki ağaçların dalları arasında esen rüzgarın sesi ve kuşların tüm bu ritme eşlik eden hiç susmayan şarkıları.

İçinde hapsolan böcek, yaprak ve çiçekleri sonsuza kadar koruyan kehribarlarıyla ünlü Riga'nın, Art Nouveau tarzının hakim olduğu mimari dokusu da sanki bu hiç dinmeyen müziğin içinde kapsüllenerek korunmuş günümüze dek.

Ya da belki evlenmeden önce aşklarını şehrin tarihi köprülerine astıkları asma kilitlerle ölümsüzleştiren aşıkların sevgisidir Riga'nın güzelliklerini de ölümsüzleştiren.
Bir Riga efsanesine göre bu köprülerin altından akan nehrin suları Riga'nın tüm tarihine tanık olmuş. Efsane bir gün bir balığın sudan başını çıkartıp, 'Riga artık hazır mı?' diye soracağını söylüyor. Bir gün gidecek olur ve o balık sizi bulursa, 'Hayır' diye cevap vermeniz gerektiğini unutmayın, 'Hayır, Riga hala gelişiyor, hala inşa ediliyor'... Çünkü efsaneye göre, Riga'nın kuruluşu bittiğinde Daugava Nehri'ne gömülecekmiş tamamen.

Riga'nın sırrı da bu inancın derinliklerinde galiba. Bir yandan geçmişten gelen güzelliklerini korurken, diğer yandan teknolojiyi kullanarak sürekli gelişmesi, hiç durmaması. Keşke biz de teknolojiyi bu şekilde kullanmayı bilebilsek.

yurtsan@neobizmedya.com

Yeni trend: Hayatımızı renklendirecek bulutlar


18 Ekim 2009 - Akşam


Çeşitli ülkelerden dokuz gazetecinin davetli olduğu yuvarlak masa toplantısı için Bristol'de, HP laboratuvarlarındayım. Hava İngiltere'de çoğu zaman olduğu gibi bulutlu, puslu ve kasvetli.

Sabahtan beri tanıştığım her gazeteci havanın bulutlu olmasından şikayet ediyor ama aslında katılacağımız toplantının konusuna uygun bir atmosfer bu. Toplantıda yaşantımıza girmekte olan yeni teknoloji devriminden, 'Bulut Bilgisayar' kavramını HP perspektifinden dinleyeceğiz.

'Bulut Bilgisayar' kavramı için bilgisayar sektöründeki neredeyse her büyük oyuncunun kendi farklı tanımı var. Microsoft'unki örneğin; ofisimizdeki bilgisayarı, dünyanın neresine gidersek sanki yanıbaşımızdaymış gibi kullanabilmemizi öngörüyor. Microsoft tarafından geliştirilen Mesh teknolojisi ile kullandığımız tüm yazılımlar, üzerinde çalıştığımız tüm dosya ve belgeler dünyanın neresinde olursak olalım, İnternet bağlantısına sahip herhangi bir cihazla (İnternet Cafe'deki bilgisayar, arkadaşımızın dizüstü, akıllı bir cep telefonu vs) kullanım için emrimizde oluyor.

Hürriyet'te bir sene önce yayınlanan son yazımı örneğin, Microsoft'un o günlerde deneme aşamasında olan Mesh teknolojisi aracılığıyla yazmıştım. New York'taki otel odamdan, gazetedeki odamda duran bilgisayarımı kullanmış ve onun bina içinde eriştiği tüm yerel servislerden yararlanarak yazımı bitirmiş, sayfaya göndermiştim.

'Bulut Bilgisayar' aslında eski ütopik bir kavramın yeni adıyla hayata geçirilmesi. Sun'ın Başkanı Scott McNeally bundan daha 15, 20 yıl önce 'Bilgisayar Ağ'dır' diyerek, her şeyin aslında İnternet üzerinden kullanılabilecek bir servis olduğunu söylüyordu.

HP'nin 'Bulut Bilgisayar' tanımı da 'her şeyin bir servis olduğu' ve bu servislerin hepsinin İnternet bulutundan alınabileceği anlayışına dayanıyor. HP'ye göre bulut, her türlü servisi İnternet üzerinden istediğimiz anda, istediğimiz yerden tüketebileceğimiz ve kullandığımız kadar ödeyeceğimiz sanal bir ortam.

HP 'Bulut Bilgisayar' devrindeki vizyonunu; ister yukarıdaki bu tanıma uygun olsun, ister endüstrideki diğer oyuncuların tanımına uygun, her türden Bulut Bilgisayar servisi için gerekli teknolojik altyapıyı ve araçları sağlamak, olarak belirlemiş.
Her şeyin bir servis olarak İnternet üzerinden verilebildiği 'Bulut Bilgisayar' dünyası hem birey olarak bizlerin hem de şirketlerin önünde yepyeni ufuklar açıyor. 'Bulut Bilgisayar' kendisi de bir devrim olan İnternet'in evriminin doğal sonucu olan yeni bir devrim hayatımızda.
Google'ın e.posta servisi Gmail, fotoğraf saklama ve paylaşma ağı Snapfish, Amazon'un altyapı servisi EC2, Facebook, Twitter, Friendfeed, bunların hepsi bir süredir kullanmakta olduğumuz 'Bulut Bilgisayar' servislerinden başka bir şey değil.

Bulut Bilgisayar, geçen hafta bu sayfada Serbülent Aksayar'ın haberiyle işlediğimiz gibi cep telefonu kullanımımıza da yenilikler getiren ve getirecek bir gelişme. Cepten mikro ödeme, cep bankacılığı ve lokasyon bazlı sosyalleşme yazılımları 'Bulut Bilgisayar'ın cep telefonlarında şimdiden kullanım alanı bulduğu uygulamalar. Bu ve benzeri 'Bulut Bilgisayar' uygulamaları hızla çoğalacak cep telefonlarımızda.

Bulut Bilgisayar en çok da bu servisleri sunacak servis sağlayıcıların önünde önemli fırsat kapıları açıyor. Bristol'deki yuvarlak masa toplantısından ne anladığımı özetlemeye çalışacak olursam; yazılımın, paylaşımın, depolamanın, geliştirme platformunun, kısacası her şeyin bir servis olarak İnternet üzerinden sunulabildiği bir dünyada HP'nin kendini servis sağlayıcıların servis sağlayıcısı gibi konumladığı...

yurtsan@neobizmedya.com

Akdeniz'de tutulan balığın Las Vegas'taki tabağa yolculuğu


13 Ekim 2009 - Akşam


Farklı restoranları, farklı yemekleri denemekten büyük bir zevk alan yanıma karşılık bir yandan da hayli tutucuyumdur. Farklı ülkelerin farklı mutfaklarını denemekten hiç çekinmem. Buna karşılık yolumun sık düştüğü şehirlerde, her gidişimde mutlaka uğradığım restoranlar vardır. Bunlardan biri de Las Vegas'taki Bartolotta.

Dünyanın en lüks otellerinden Wynn'in içindeki bu restoranın özelliği çölün ortasında taze, günlük balık satması. Üstelik öyle okyanus balığı da değil, İtalya'dan gelen Akdeniz balıkları...

Taze Akdeniz balığını İtalya'da, Fransa'da, hatta Bodrum'da yemek varken Allah'ın çölünde neden yersin ki, diye soruyor olabilirsiniz. Hemen söyleyeyim. Nedeni Şef Paul Bartolotta'nın hünerli ellerinden çıkan lezzetlerin başka yerde bulunamayacak farklılık ve nefasette olması. Buna bir de Nevada Çölü ortasında günlük Akdeniz balığı yemenin egzotikliğini katın, sonra hala inat ediyorsanız yemeyin de yanında yatın.

Bartolotta'nın Las Vegas'ta taze Akdeniz balığı sunabilmesinin sırrı üzerinde fazla kafa yormamıştım. Balıklar her gün uçağa konuyor ve Las Vegas'a gönderiliyordu işte... Bu kadar basit olmalıydı.

Wired dergisinin son sayısını karıştırırken karşıma çıkan haberi görünce, teknolojiye olan yakınlığıma rağmen işin arka planındaki teknolojilere bugüne kadar kafa yormamış olduğum için kendi kendime kızdım.

İtalya'da yakalanan deniz ürünlerinin taze taze Las Vegas'taki otelin restoranındaki müşterinin tabağına ulaştırılabilmesi için aralarında 3G'nin de olduğu pek çok yeni teknolojiden yararlanılıyor.

Yarış İtalya'daki balıkçının, Bartolotta'nın hünerli ellerinde pişmeye layık olduğunu düşündüğü bir balığı tuttuğu andan itibaren başlıyor. Balıkçı, balığın cep telefonuyla çektiği fotoğrafını 3G bağlantı ile Las Vegas'taki Şef Bartolotta'ya gönderiyor. Bartolotta balığı beğenirse İtalya'daki satın alma ajanına kısa mesaj gönderiyor.

Ajan Milan'daki balık pazarını dolaşırken Bartolotta ile 3G ve Skype kullanarak sürekli görüntülü görüşme ile iletişim içinde oluyor. Beşinci saat dolarken o gün satın alınacak balıkların hangileri olduğu belirlenmiş oluyor.

Altıncı saatte yaklaşık 45 farklı tür deniz ürünü, kabuklular ıslak havlulara, balıklar yağlı kağıda sarılarak paketleniyor. Her kutuda en az bir balığa mikroçipli akıllı etiket takılıyor.
Onuncu saatte ajan, önceden yer ayırttığı birkaç uçuştan hangisinin en erken kalkacağını öğrenerek, şoförüne Milan'daki üç havalimanından hangisini gideceklerini söylüyor.
Uçağın kalktığı 11. saatten Las Vegas'a ineceği 25. saat arasında balıklara takılı mikroçipler her 20 dakikada bir ısıyı kontrol edip, belleklerine kaydediyorlar.

31. saatte Las Vegas Wynn otelin içindeki restoranın mutfak personeli balıklardaki mikroçiplerdeki verileri gözden geçirerek, yol boyunca soğuk zincirinin bozulup bozulmadığını kontrol ederlerken, Şef Bartolotta da tazelik testine gözü, burnu ve parmaklarıyla eşlik ediyor.
33. saatte tüm deniz ürünleri bu kez bir marin biyoloğu tarafından tekrar testten geçiyorlar.
Ve sonunda nefis bir Akdeniz levreği, benimle hemen hemen aynı uzun yoldan gelmiş ama benim gibi uçuş sarhoşu olmadan tabakta masama geliyor. Tabii başka yerde bulamayacağım Bartolotta'nın o gün, o balığa özel hazırladığı eşsiz sosuyla.

yurtsan@neobizmedya.com

Reklamverene enayi diyen kimi haber siteleri


11 Ekim 2009 - Akşam

İnternet haberciliği nasıl olmalı? Ben de dahil, pek çok gazete yazarı zaman zaman bu soruya cevap arayan yazılara imza attık.

İnternet'teki haber sitelerinin, kullanıcı beklentilerine en iyi nasıl cevap verebileceklerini düşündük. Ziyaretçilerinin taleplerini en fazla tatmin edecek yayın modellerinin ne olabileceğine kafa yorduk. Her kafadan ayrı ses çıktı, bir sonuca varamadık.

En doğru İnternet gazeteciliği modelini ararken kullandığımız temel soru yanlıştı çünkü... İnternet kullanıcısı ne ister, haber sitesi ziyaretçisi ne bekler diye sorduk. Oysa Türkiye'deki İnternet haber sitelerinden en iddialıların okuyucuyu değil, reklamvereni müşteri olarak gördüğünü unuttuk. Ziyaretçilerini tatmin etmeye çalışmak yerine reklamverenin gözünü boyamaya çalıştıklarını düşünmedik.

Belki de tam tersini yapsak, İnternet gazeteciliğinin nasıl olması gerektiğini değil de, nasıl olmaması gerektiğini düşünseydik çok daha somut sonuçlara varabilirdik. İnternet yayıncılığının tam da nasıl olmaması gerektiğinin dünyadaki en iyi örneği burnumuzun dibinde ne de olsa. Öyleyse hadi bir bakalım reklamverenin gözünü boyamak uğruna, ne hokkabazlıklar yapmak gerekiyormuş:

- Sitenin ana sayfasında kullanılan haberlerin başlığında bilgi vermek yerine soru soracaksınız. Kapakta ne kadar az haber verir, ne kadar çok soru sorarsanız o kadar makbul olur. Amaç okura haber vermek değil, merakını gıdıklayıp başlığı tıklatmak ve sitede bir sayfa daha açtırmak olmalı. Ziyaretçinin merak edip tıkladığı sorunun cevabını bulup bulmaması da hiç önemli değil karşısında açılacak sayfada. Hatta sorunun cevabının ilerleyen dakikalarda verileceğini ima ederek, ziyaretçiyi tekrar tekrar siteye çekme taktiği de ayrı bir şark kurnazlığıdır acar İnternet gazetecileri için.

- Manşetteki soruyu seksi bir fotoğrafla süsleyeceksiniz. Fotoğrafı tıklayan ziyaretçinin karşısına 40-50 fotoğraftan oluşan bir foto-galeri çıkartacaksınız. Manşette kullandığınız seksi fotoğrafı hiçbir ilginçliği olmayan 50 fotoğrafın içine saklayacaksınız. Fotoğrafların küçük birer önizleme görüntülerini sıralayarak ziyaretçinin işini kolaylaştırmak yerine, her fotoğrafa bir numara verip, kullanıcının aradığı fotoğrafı bulabilmek uğruna tek tek her numarayı tıklamasını sağlayacaksınız. Yani ziyaretçinizi, görmek istediği fotoğrafı bulana kadar en az 30-40 sayfaya uğramak zorunda bırakacaksınız. Böylece reklamvereninizin 'banner'ını, aradığı fotoğrafın peşinde koşan kullanıcının bırakın tıklamayı gözünün görmeyeceği onlarca sayfada göstermiş olacak ve her bir fuzuli gösterim için parasını cebinize indireceksiniz.

- Saçma sorular ve daha da saçma seçeneklerden oluşan anketleri ana sayfanızdan eksik tutmayacaksınız. Anketleri tahrik edici başlıklarla manşete taşıyacaksınız. Bir kullanıcının birden fazla oy vermesini engelleyecek önlemleri göstermelik yöntemlerle alıp, 'cookie'leri kaldırmayı bilecek kadar İnternet'ten azbuçuk anlayan bir kullanıcının yüzlerce, binlerce kez oy vermesine göz yumarak reklamverenin 'banner'ını, kullanıcının bir saniye bile durmadığı oy verme sayfalarında tekrar tekrar göstereceksiniz.

- İlgi çekici bir köşe yazısı, enteresan bir haber başlığı yakaladığınızda, kullanıcınızı ilgili yazıya ulaşana kadar birkaç lüzumsuz sayfadan geçireceksiniz. Amacınızın ziyaretçinizi aradığı yazıya en kısa yoldan ulaştırarak mutlu etmek olmadığını, reklamvereninizin 'banner'ını en fazla lüzumsuz sayfada göstermek olduğunu unutmayacaksınız.

- Kapak sayfasını birkaç dakikada bir otomatik olarak tekrar yüklenir kılarak, okurunuz tam bir haberin spotunu okurken sayfanın ekrandan kaybolmasını ve reklamverenin 'banner'larının tekrar gösterilmesini sağlayacaksınız.

Tüm bunları yaparak İnternet gazeteciliğinin nasıl yapılmaması gerektiğinin en iyi örneklerini verirken, reklamverenin dağıttığı reklam bütçesinden aslan payını kapacağınızdan emin olabilirsiniz.

yurtsan@neobizmedya.com

Genetik gıdaya haramdır fetvası arayanlar


06 Ekim 2009 - Akşam


Kamuoyu ve medya tarafından sorgusuz sualsiz, ezbere doğruluğuna inanılan kimi çevreci mitlerle ilgili madalyonun diğer yüzünü aktardığım yazımın ardından gelen olumlu, olumsuz tepkilerden biri de 'Slow Food'culardan geldi.

Slow Food, Carlo Petrini tarafından 1980'li yıllarda İtalya'da başlatılmış ve zamanla dünyanın çeşitli ülkelerinde organize olmuş bir hareket. Temel amacı 'fast food' kültürüyle savaşmak olsa da, yöresel üreticiliği önplana çıkartan felsefesinin doğal sonucu olarak genetiği değiştirilmiş gıda ürünlere de karşı bir duruşu var.

Geçen hafta, çevre bilinci olanların genetik gıdalara da ezbere karşı çıkmaması gerektiğini; genetiğiyle oynanarak çevreye daha az karbon salan ürünlerin geliştirilebileceğini; örneğin genetiğiyle oynanmış pirinçle, atmosfere yılda 50 milyon ton daha az karbon salınabileceğini yazınca, kendilerince haklı nedenlerle itiraz ettiler.

İtalya'daki Slow Food, bazı fikirlerine katılmasam da sempatiyle takip ettiğim bir hareket olduğundan Türkiye'deki kollarının neler yaptığını merak edip, bu kollardan birinin liderinin gönderdiği davete de uyarak İnternet'teki tartışma gruplarına katıldım.
Tıpkı dünyada olduğu gibi Türkiye'de de çok başarılı çalışmaları var. Amacım bu başarılarına gölge düşürmek değil ama tartışma listelerindeki mesajlarda rastladığım bir eylemleri öylesine yanlış ki, eleştirmemek mümkün değil.

Genetik gıdaya karşı açtıkları savaşta Diyanet İşleri'ne başvurarak GDO'ları yasaklatacak bir fetva almaya çalışmışlar. Diyanet'ten bekledikleri fetvayı alamayınca da çeşitli din adamlarının peşine düşmüşler. GDO'larla olan savaşlarında bilim yerine dini inançlardan medet ummaları komik ve uzun vadede tehlikeleri olan bir eylem.

Diyelim, ulema yarın kalktı GDO'lar haramdır diye fetva verdi ve Slow Food'cular da alkışladılar. Yarın aynı ulema kalkıp 'helal sertifikası' olmayan her türlü besin maddesi haramdır diye fetva vermeye kalkarsa ne yapacaklar, yine alkışlayacaklar mı? Helal sertifikası vermekten rant kazananlara aferin mi diyecekler? Yarının bu ulemasından, bugün haram fermanı dilenmek, ulemanın 'helal gıda' rantını bugünden meşrulaştırmak demek.

Geçen yazıma gelen olumlu tepkilerden biri ise Sabancı Üniversitesi Biyomühendislik Bölümü'nde kurulan GDO Bilgi Platformu'ndan geldi. Prof. Selim Çetiner gözetiminde hazırlanan İnternet sitesinde GDO ile ilgili boş inançların bilimsel yanıtları veriliyor. Gücünü fetvadan değil bilimden alan bu bilgiler arasında bakın neler var:

İddia: Transgenik ürünler insan sağlığına zararlıdır.
Gerçek: AB üyesi 13 ülkeden 65 bilim adamının katılımıyla yürütülen ve 3.5 yıl süren ENTRANSFOOD projesi, halen üretilip tüketilmekte olan genetiği değiştirilmiş ürünlerin insan sağlığı açısından en az klasik yöntemlerle elde edilen ürünler kadar güvenli olduğunu ortaya koymuştur. (Konig ve ark., 2004; Kuiper ve ark., 2004).

İddia: Transgenik ürünler alerji yapar.
Gerçek: Piyasada bulunan hiç bir ürün transgenik içeriği nedeniyle alerjik değildir. Tüm transgenik ürünler piyasaya sürülmeden önce olası alerjik etkilerinin önlenmesi için kapsamlı analizlerden geçmektedir. (Konig ve ark., 2004).

İddia: AB ülkelerinde GDO'lu ürünler yasaktır.
Gerçek: Tamamen bilim adamlarından oluşan Avrupa Gıda Güvenliği Otoritesi, GDO'lu ürünlerin bilimsel esaslara dayalı risk değerlendirmesini yapmakla da görevlendirilmiştir. AB'de 1990 yılından bu yana 20 kadar GDO'lu ürüne, üretim ve yem veya gıda olarak tüketim izni verilmiştir (EFSA).
Madalyonun GDO yanlısı yüzü için www.gdobilgiplatformu.net, GDO karşıtı yüzü için ise www.gdoyahayir.org adreslerini ziyaret edebilirsiniz.

yurtsan@neobizmedya.com

İnternet'in demosunu izledik şimdi reklamlar

04 Ekim 2009 - Akşam

Bu sütundaki kimi yazılarımı, İnternet'in de sağladığı olanaklarla sizlerle birlikte yazıyoruz. Temelde yepyeni bir model değil tabii. Bazı köşe yazarları taa eskiden okur mektupları, sonrasında e.posta mesajları ve yeni yeni de Twitter mesajlaşmalarıyla benzer yazılar yazıyorlardı. Bizimkisinin orijinalliği kullandığımız aracın farklılığı ve bu aracı yenilikçi kullanış biçimimizden kaynaklanıyor.

Harf kısıtlaması olmadan yazma imkanı veren Friendfeed'de açtığım friendfeed.com/yurtsan adresinde aklıma gelen bazı yazı konularını ortaya atıyorum. Sayfanın takipçileri de bu konu hakkındaki fikirlerini yazıyorlar. Karşılıklı fikir alışverişlerimizin sonunda ortaklaşa yarattığımız bir yazı çıkıyor ortaya.

Geçen hafta ortaya attığım "İnternet gazetelerinin paralı olması" tartışması yoğun bir ilgi gördü. Bu kısıtlı alanda hepsine yer vermeme ne yazık ki olanak yok. Mümkün olduğunca fazla fikre yer verebilmek adına, aralara sadece kısa kısa girerek özetlemeye çalışayım.

Uğur Özmen, "Gazeteler 'malumat' veriyor", diyor ve benim de sık sık yaptığım gibi veri-malumat-bilgi kavramları arasındaki nüanslara dikkat çekiyor. "Bilgi'nin bile ücretsiz olmaya yöneldiği bir yolda, malumat'ın paralı olması için ciddi bir farklılık yaratılması gerek. Aksi takdirde, birbirinin aynı malumatı almak için para ödenmeyecek ve malumat bedava olmak zorunda kalacak", diyerek geçen haftaki yazımdaki fikirlerle aynı sonuca varıyor (Yorumunu yazım yayınlanmadan önce göndermiş. Yani aklın yolunun bir olduğu gibi bir durum söz konusu). Ve yüzde yüz doğru bir noktaya daha parmak basıyor, "Hatta, 'beni okuyun, üzerine para kazanın' diyen modellerin olacağını düşünüyorum".

Orkun Öztürk ve Zafer Yılmaz da İnternet gazetelerinin ancak birbirlerinin veremeyeceği farklı içerikleri vererek paralı olabilecekleri konusunda birleşiyorlar.
Enver ALTIN, konuya video görüntülerin kullanım şekliyle farklı bir boyut getirmiş. "Bir televizyon haber bülteni hayal edin ama spiker sırası önceden belirlenmiş haberleri değil sizin istediğinizi okusun", diyor. Yakın gelecekte yaygın örneklerini göreceğimizden eminim. Hatta şimdiden bile bazı örnekleri var.

Yakup Bayrak, "Türkiye'de hangi gazete satış geliriyle ayakta kalabiliyor ki İnternet üzerinden elde edeceği gelirle yoluna devam edebilsin?" sorusunu atmış ortaya.

Mustafa Özcan tersini düşünüyor, "Şimdiye kadar İnternet'in demosunu izledik", diyor, "Bir süre daha izleyeceğiz. Ancak, bir süre sonra, herşeyin bir bedeli deyip ücretlendirme başlayacaktır".

Murat Güzel'in yorumu ise Mustafa Özcan'a yanıt gibi, "İnternet'te gazete var da ben mi göremiyorum acaba :) İnternet yayıncılığı ile İnternet gazeteciliğini ne zaman ayırabilirsek, o zaman bu paralı içerik kısmı üzerinde fikirler yürütülebilir. Ve evet, ben paralı içeriğe para ödeyebilirim tabi ama kimse ayrıca her sabah gazete almamı engelleyemez".

Cem Argun ise tamamen katıldığım yorumuyla noktayı demeyeyim hadi ama noktalı virgülü koymuş konuya, "Devir değişmişken, ancak İnternet'ten para kazanmayı bilmeyen ve beceremeyenler içeriği ücretli yapmaya kalkar ve büyük batarlar"...

29 Eylül 2009 - Akşam