27 Şubat 2009 Cuma

Medyanın ballı yolları

MURAT SABUNCU

Orhan Veli der ya "Gemliğe doğru denizi göreceksin sakın şaşırma" diye..İşte benimki de böyle bir sakın şaşırma hikayesi. 11 yıl çalıştığım Milliyet Gazetesi'ne uzunca bir aradan sonra bir iş sebebiyle sık gitmeye başladım. Genelde zamanımı geçirdiğim Etiler tarafından Bağcılar'a Milliyet binasının olduğu yere doğru giderken kestirme olsun diye Tekstilkent'in içinden geçmekteyim. Bu arada Tekstilkent'te geç geç bitmiyor. Kocaman bir alana yayılmış boş dükkanların olduğu bir türlü canlanmayan bu alana baktığımda içim acıyor. Neyse konumuz ic acıması değil sakın şaşırma. Yine ona dönelim. Tekstilkent'in içinden geçtikten sonra Milliyet'in ve Radikal, Posta, Fanatik gazetelerinin bulunduğu bina ile Kanal D, Star, CNN Turk'un bulunduğu bölgeye bir kaç dakikada ulaşırsınız. Dünya Gazetesi'nin de bulunduğu medya üssü olan bu alana Tekstilkent yönünden giderken yapmanız gereken son şey bir yokuştan aşağı inmektir. Bu yokuştan inip sola saptığınızda medyanın kalbine sağa saptığınızda Oto Center'a ulaşırsınız. Bu alanın üst kısmından da meyilli bir arazinin ardından otoyol geçer. Son ziyaretimde yokuştan inerken gözüm birden o kısa meyilli alana takıldı. Önce gördüğüme inanamadım. O küçücük alanda:medya-otocenter-otoban üçgeninde küçük tahta kutular yanyana sıralanmıştı. Tahta kutu diyorum eğer bir uzman okuyorsa kusura bakmasın "arıların ballarını yapmaları ve birarada yaşamak için insanlar tarafından kurulan bu mini evlere" ne isim veriliyor bilmediğimden. Bülent Yardımcı hastanede olmasa sorulacak kişi belli ama neyse. Nasıl olsa yakında ayağa kalkacak o zaman sorarım. Direksiyonu sola kırmak yerine hemen Oto Center tarafına kırıyorum. Amacım ilginç noktadaki bal girişimcisini bulmak. Oto Center'ın girişindeki güvenlik görevlisine soruyorum, kimin bu kovanlar diye. Bu bölgede çalışan bir arkadaşın cevabını alıyorum. Arkadaşı görebilir miyim soruma cevabı ise "yok öyle kolay görünmez" oluyor. Son sorum "burada üretilen balı nerede satıyor?". Cevap "otocenter'da çalışanlara."
Biraz evvel arı belgeseli cahili olduğumu itiraf ettim. Ama benim bildiğim arılar etraftaki çiçeklerden aldıkları özleri kullanırlar ve etraf ne kadar temizse bal o kadar şifalı ve leziz olur. Bu arada hey gidi Karadeniz demek istiyorum.İşin özü "Milliyet'e giderken arıkovanları göreceksin sakın saşırma"

Aşk arızalıysa aşktır

MURAT SABUNCU
Maria Callas'ın hayat hikayesini okuyorum. "Çok gururlu, çok kırılgan" adlı kitap "bir solukta okunuyor" denilen cinsten. Çok zor geçen çocukluğu, o annesinin karnındayken ölen kardeşinin hayaliyle kurduğu ilişki, hayatta onu tek hayal kırıklığına uğratmayan erkeğin, babasının parfümünü her gün mendiline sıkarak ruhunu dinginleştirme çabası, gizli mezarlık ziyaretleri...Kanaryaların çıkardığı sesleri taklit ederek başlayan ses kariyerinde zirveye çıkışında başına gelenler, inişler, çıkışlar... Ve aşkları, arızalı aşkları..
Armatör Aristotelis Onasis ile yaşadığı fırtınalı aşk. Uğradığı ihanet. İktidar oyununda daha farklı bir konum almak için Jackie ile evlenmeyi seçip Callas'ı terkeden Aristotelis'in yaptıkları. Evlendiği gün televizyonlar canlı yayınlar ve nasıl olsa Callas seyreder diye sadece ikisinin arasındaki şifrelerle mesela yakadaki beyaz karanfille "kalbim sende hala" mesajını gönderme...Nereden baksanız arızalı bir aşk. Ama zaten arızasız aşk olur mu emin değilim?
Gelin kendi kendinize bir test yapın. Ve deyin ki;
Abidin Dino daha Güzin'i bavulları toplarken onu özlermiş ya Güzin'sin...
Kafka Milena ile sadece bir kaç kez görüşmüş ama en çok onu sevmiş ya Milena'sın.
Evlenirken gerçekten aşık olduğu Callas'a Aristotales mesaj vermiş ya Callas'sın..
Canım Ailemdeki Ali Seyhan'ı ölesiye seviyor ya Seyhan'sın..
Tüm arızalı aşklar aslında sensin dünyanın en arızalı aşığı da ben..
Bunu diyebiliyorsanız gerçekten aşıksınız. Yok hayatı rutine bağlamışsanız, ne yapalım gerçek aşk herkese nasip olmuyor ki...

26 Şubat 2009 Perşembe

Habertürk reklamından Posta'yı attı, Yavuz Semerci de postasını attı

Yurtsan Atakan

Habertürk Gazetesi'nin reklamları geçtiğimiz günlerde tartışma yaratmıştı. Reklamın piyasadaki diğer gazetelerin isimlerine gönderme yapan teması, Gazeteport haber "portal"inin iki yıl kadar önceki lansman kampanyasında kullanılan temayla (ki bu temanın yaratıcılarından biri NeoNebu'daki yazar arkadaşım Murat Sabuncu'dur) benzerlik gösterdiğinden, Gazeteport'un kurucusu, sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Yavuz Semerci Habertürk lansman reklamının yaratıcı ajansına büyük tepki göstermiş ve fikir hırsızlığıyla suçlamıştı.

Habertürk'ün diğer gazetelerin ismine atıfta bulunan reklamındaki bir ayrıntı pek kimsenin dikkatini çekmedi. Reklamda Hürriyet, Sabah, Milliyet, Tercüman, Taraf, Radikal, Zaman vs gibi piyasadaki belli başlı gazetelerden hepsinin ismine atıftı bulunulmasına rağmen piyasadaki en önemli gazetelerden biri olan Posta gazetesinin adı geçmiyordu.

Kısacası Habertürk Posta'yı reklam kampanyasından attı. Gazeteport'un Yayın Yönetmeni Yavuz Semerci de Habertürk'e posta attı.

Ancak tüm bunlar aylar öncesinden anlaşan Yavuz Semerci ile Habertürk'ün arasına giremedi ve Yavuz Semerci'nin pazar günü çıkacak Habertürk'ün yazarlarından olacağı bugün duyuruldu. Habertürk'ü ve Yavuz Semerci'nin yazılarını ilgiyle bekliyoruz.

Fehmi Koru taytla arya söyleyen gazeteciyi görseydi

MURAT SABUNCU

Hayatımda ilk kez üniversitede gittim operaya. Bizet'in Carmen'nine. Altı arkadaş bir kız arkadaşımızın önderliğinde AKM'nin yolunu tutmuştuk. Hepimiz aşıktık ve eserin içinde büyük bir aşk var diye ikna edilerek götürülmüştük. İçimizden sadece bir kişi daha önce operaya gitmişti. Bugün aralarında ünlü televizyon sunucularının, modacıların olduğu ekibimizin tamamı için o gece bir ilkti. Giderken hepimiz birbirimizi gülmeme, uyumama konusunda uyarmıştık. Ama yaklaşık 3.5 saat süren temsilde ne güldük ne uyuduk. Sahnedeki renk cümbüşü, sesler, konu hepimizi etkilemişti.
Edebiyat Fakültesi'nin "Hergele Meydanı"nda devrimci türküler söyleyen, şehir dışına yapılan amatör gezilerde Türkçe sözlü müziğin her türlüsünü icra etmeye çalışan bizler için yeni keşfimiz heyecan vericiydi. Operanın, klasik müziğin "kulağımıza hoş gelen. dinledikçe bizi içine çeken pek çok eserini" önce birey olarak zevkini çıkarmayı sonra diğer arkadaşlarımızla da paylaşmayı adet haline getirmiştik. Hatta sınıf arkadaşım Mesut Yar bu etkiyle ve o muhteşem sesiyle Devlet Opera Balesi'nin genç yetenekleri arasına girdi. 4. mehmet ve Bir Uzay Masalı'nda sahneye çıktı. Sahneye taytla çıkma kısmını saymazsak sesiyle takdirlerimizi toplamıştı. Ekip olarak bir konuda hassastık. Anlamadığımız zaman "anlıyor"muş gibi yapmıyor, bizi içine çekmeyen parçaları "seviyor"muş gibi dinlemiyorduk. Bizim için kulağımıza hoş gelen her ses başımızın üstündeydi.
Üniversiteden bu yana 20 yıl geçti. Bu süreçte çoğu Türkçe sözlü pek çok parçayı dinledim, sevdim. Eskileri, yenileri, eski ama habersiz olduklarımı...Babylon'da ya da Cahide'de Nevizade'de ya da AKM'de pek çok müzik dinletisine katıldım. Aklıma insanların dinledikleri müzikle hayatlarının ya da inançlarının halka yakın ya da uzak oluşlarını bir gün ölçülebileceği hiç gelmemişti. Ta ki meşhur fasılların ev sahibi Fehmi Koru'nun yazısına kadar.
Koru'nun ölçüsü ilginç: Aydın Doğan'ın gazeteleri halk için çıkıyor ama gazeteyi çıkaranların zevki halkla örtüşmüyor. Türk musikisinde besteci ve icracıların çoğu dini musikiden geliyor aryalar ise farklı bir dinin müziğinden besleniyor.
Hayatımıza her geçen gün katılan "ötekilerin" arasına müziğin de girmesi-sokulması canımı sıktı. Eminim insanlar klasik müziğin insanları halktan koparmayacağını bildiği gibi fasıllara katılmanın da kimseyi "halka daha çok yaklaştırmayacağını" bilecekler, görecekler. Klasik müzik salonlarına beyaz görünmek için zevk "alıyor" muş gibi gidenlerle fasıla "işte müziğin iktidarı daha doğrusu iktidarın müziği" diye eklemlenenler arasına sıkışmak istemiyorum. Hem "Tuti-i Mucize Guyem" hem "Suor Angelica" dinlemek istiyorum.

24 Şubat 2009 Salı

Parası olmayana Set'te balık yaz tahtaya al haftaya

Murat Sabuncu

Bir grup arkadaş balığa gidiyoruz. Tutmaya değil yemeye. Gerçi aynı grupla arada bir pancar motor bir tekne ile denemelerimiz oluyor ama itiraf edeyim pek başarılı değiliz. Neyse hedef Garipçe Köyü Balıkçı Kahraman. Fakat trafik o kadar sıkışık ki. Bebek'ten başladık dur kalk sahilden gidiyoruz. Olacak gibi değil. Pes ediyoruz. Önümüze çıkan ilk balıkçı olsun kararı alıyoruz. Sonra şansa bırakmayalım hedef belirleyelim diye konuşuyoruz. Ve kısa bir tartışmadan sonra Kireçburnu'nda duruyoruz. Set Balık'tayız. Ne zamandan beri gelmemiştim. Tüm masalar dolu. Amacımız az meze değişik balık.
Ama tepsiyi görünce dayanamıyoruz. Azar azar tattığım bademli levrek, tahinli közde patlıcan, maydonozlu uskumru, susamlı orkinosu beğeniyorum.
Ana yemek olarak güveçte patlıcanlı levrek yiyorum. İtiraf edeyim harika. Tek başlarına sempati duymadığım patlıcan ve levrek bir araya geldiklerinde lezzet bayramı yaptırıyor bana.
Hesap da hayli makul geliyor. Kredi kartımı veriyorum hemen. Masamıza bakan garson nazikçe kulağıma yaklaşıp "burada kart geçmiyor" diyor. Yanımda hesabı ödemeye yetecek kadar nakit yok. Garson yeniden kulağıma eğiliyor ve "lütfen sıkılmayın bir dahaki gelişinize ödersiniz ya da hesap numaramızı veririz oraya yatırırsınız" diyor.
"Nerede yaşıyoruz nasıl kart geçmez?" demeye hazırlanırken bu insanı tavır beni etkiliyor. İçimden iyi ki ters bir şey söylemedim diye geçiriyorum. Çıkarken lokantanın camına bakıyorum. Kredi kartı geçmez diye bir uyarı yok. Ama kredi kartının geçtiğine dair bir işaret de. Hemen yakındaki bir bankadan para çekip hesabı ödüyorum. Ayrılırken Set'e tabi nakitle daha sık gelme kararı alıyoruz. Bir daha trafiğin sıkışmasını beklemeden...

23 Şubat 2009 Pazartesi

Bebek Kahve'nin CHP'li Mehmet'i kritik adamdı

Murat Sabuncu

Sabahları Bebek Kahve'de bir bardak çay içip gazeteleri okuyup güne başlayanlardanım. Buranın müdavimlerini saymaya gerek yok. Bilen biliyor . Arkadaşlarımla özellikle hafta sonları oturmaya gittiğimizde neredeyse sürekli rastladığım isim CHP'li Mehmet Sevigen'di. Sosyal demokrat kankalarım "işte bizim solcuların kahvede siyaset anlayışı bu, Bebek'ten ileri gidemiyorlar" diye homurdanılar ama bir türlü gidip yüzüne bir şey söylemezlerdi. Ne fenadır sessizce tepkiyi mırıldanıp bir türlü cesurca dile getirememek. Ve hep arkadan çalışmak. Neyse özü kaybetmeyelim.

Sevigen "az etik, çok etik" kavramını da hayatımıza katarak ve fazlasıyla batarak CHP genel sekreter yardımcılığından istifa etti. Bence de doğru olan istifasıydı ancak Sevigen'in parti içindeki misyonunu bilenler yerel seçimlere bile kalmadan parti içinde önemli dalgalanmalar bekliyorlar.

Peki neydi Sevigen'in misyonu? Kısaca söyleyeyim. CHP uzunca bir dönem "hemşehrilik, etnisite ve mezheplerin" yönlendirdiği bir parti halindeydi. Türkiye'nin partisi değil grupların partisi görünümündeydi. Partinin Genel Başkanı Deniz Baykal bu sürece son verip her kesime açılan yapı için mücadele ederken hemen yanındaki dayanıştığı isim Sevigen'di. Sevigen hemen istifa etsin diye parti içinden yükselen seslere baktığınızda bir dönem bu isimlerin hemşehri siyasetinin başrol oyuncularından olduğunu görürsünüz. Şimdi onlar parti içinde yeniden eskiye dönülecek bir yapı için harekete geçtiler. Partinin yeni hali çok mu iyi diye aklınızdan geçtiğinize eminim. Baykal'ın umut vermediğini heyecan yaratmadığını görecek kadar gözüm açık. Kemal Kılıçdaroğlu-Gürsel Tekin ikilisinin şimdilik İstanbul'da yarattığı heyecanı yakında partinin ana yönetimi için göstereceklerini düşünüyorum. Ve alternatif yok diyenlere bu ikilinin CHP'nin içinden umut saçacaklarını görebiliyorum.

Sevigen'den sonra Baykal'ın dayanacağı yeni ismi ise merakla bekliyorum. Çünkü bu aynı zamanda partinin "yarın"ı açısından sinyaller verecek. Son olarak hatırlatayım: Tayyip Erdoğan'a yasakları kaldıran Başbakanlığın yolunu açan Erdoğan Baykal buluşması da Sevigen'in evinde gerçekleşmişti. Özetle Sevigen'in istifası yalnızca seçim yolundaki CHP'ye yara aldırmadı. Partinin geleceği açısından da önemli bir kırılma noktası oldu. Bu kadar kırığı yapıştırmak bakalım kime nasip olacak?

22 Şubat 2009 Pazar

Avucunu kaşıyan adam: Bekir Coşkun

Yurtsan Atakan

Bekir Coşkun, HaberTürk gazetesinden teklif alır almaz Hürriyet'e koşup, gitmemek için masaya oturmuş. Vatan Gazetesi'nden Sanem Altan'a verdiği söyleşide o bu koşusunu tam tersine yorumluyor; Ertuğrul Özkök'e söz verdiğim için koştum yetiştirdim diyor ama etik bunu gerektirmez.


Başka bir gazeteden alınan transfer teklifinin karşısında takınılması gereken ahlaklı tutum alınan teklifi çalıştığı gazetenin yönetimine yetiştirmek değildir kuşkusuz. Profesyonel çalışanların başka şirketlerden teklif alması ve bu teklifi değerlendirmek üzere teklifi getiren şirketle görüşmesi doğal bir şey. Bekir Coşkun gibi değerli bir kalemi, başka bir gazeteden teklif aldığı ve bu teklifi değerlendirmek üzere gazeteyle konuştuğu için kimsenin suçlayacak hali yok. Ancak profesyonel meslek ahlakı, alınan teklifi değerlendirip bunu çalıştığı yerle pazarlık konusu yapmamayı gerektirir.

Çalıştığı şirketi tekliften haberdar edip, sonra da aramızdaki güven ilişkisinden, samimiyetten dolayı böyle yaptım demek pazarlığa kılıf uydurmaktan başka bir şey olamaz. Bekin Coşkun'un yaptığı tam da budur.

"Artık kararımı vermiştim, Ciner Grubu’yla anlaşacaktım", diyor Bekir Coşkun, Sanem Altan'a; "Ertuğrul’a haber vermek için İstanbul’a gittim. Çünkü daha önceden ona sözüm vardı, 'Sana kazık atmayacağım' diye". İyi de kazık atmak zaten aslında tam da böyle olur. Kazık atmak istemiyorsan, aldığın teklifi değerlendirir, kararını verirsin. Ya gider, ya kalırsın. Gidip aldığın teklifi çalıştığın şirketin yöneticisine söylüyorsan şövalyelikten filan bahsetmeye hakkın yoktur. Yaptığın düpedüz pazarlıktır çünkü. Hele sonunda gitme yönündeki kararını kalma yönünde değiştiriyorsan. Madem gitmeye karar vermiştin ve aldığın teklifi çalıştığın yere söyleme kararın sadece şövalye ruhundan kaynaklanan bir incelikti o halde kararının değişmesine ne neden oldu?

Ama tabii şaşırmamak gerekir. Ben de şaşırmış değilim zaten. Ecevit'i hastalığını konu ederek bile sırtından vurmaktan çekinmeyen, iktidardan düşmesi için elinden geleni yapan, yazılarıyla erken seçimin zeminini hazırlayan ve AKP iktidarının yolunu açan Bekir Coşkun'dan kendi transferiyle ilgili tutumuna getireceği açıklamanın mantıklı olmasını bekleyecek değildim ya.

Göbeğini kaşıyan adamı diline dolayan Bekir Coşkun keşke aldığı transfer teklifini de avucunu kaşıyarak değil kafasını kaşıyarak vermiş olsaydı.

19 Şubat 2009 Perşembe

Mandalı bir Loft hikayesi

Murat Sabuncu

O kadar merkezi bir yerdeki burada bir dairede oturmalıyım diye düşünmüştüm. Adımını attın mı şehrin ve hayatın tam içindesin. Hatta şehir ve hayat senin içinde. Levent Loft'tan bahsediyorum. "Adama bak orada yaşam başlayalı ne kadar oldu daha yeni düşmüş jetonu" demeyin.

Orayı keşfetmem yeni değil ama bir süredir sıklıkla gittiğim girişteki Fratelli La Bufala yüzünden bu yazıyı yazıyorum.Öncelikle Loft'un dairelerinden bir kaç not. Sıkı bir güvenlik sistemi var. Katlar ve kartlar diye özetleyeyim. Yani her kata bir kartla geçiş yaptığın sistem. Biraz fazla otel havalı ama olsun. Dairede beni kalbimden vuran iki özellik. Yüksek tavanlar ve kocaman pencereler.

Benim baktığım ev tipi stüdyo idi. Pek çok stüdyo daire gezmiş hatta yaşamış bir kişi olarak buranın stilini sevdim. Salonda açıldığı zaman televizyonunuzun ve kitaplarınızın yerleşeceği pratik aynı zamanda şık bir dolap var. Yatak odasına sürgülü bir kapıyla geçiyorsunuz. Odanın içinde bir hayli eşyayı ortadan kaldıracak sistem bir de giyinme için özel bir bölüm bulunuyor. Aklıma yatmayan tek yer ise tuvaletti. Sadece duş kısmı değil her yeri tamamen camdı. Açıkcası pek romantik gelmedi bana. Bize daireyi gezdiren emlakçı bunun rahatsız edici olmadığını ama eğer istenirse bir jaluzi sistemiyle kapatılabileceğini söyledi. Çıkarken SPA'sına uğradım. Sadece kalanların yararlandığı sistemde havuzu daire sayısına göre küçük bulduğumu söyledim. Orada çalışanların verdiği bilgiye göre zaten burada kalanların neredeyse hiçbiri bu kapalı havuzu kullanmıyormuş.

Loft'tan ayrılırken ana girişin hemen yanındaki o zaman yeni açılmakta olan lokanta dikkatimi çekmişti. Tam girişin yanında ve kesin hatlarla ayrılmamış şekildeki bu mekan başta sempatik de gelmişti. Ama girişteki bu açık mutfaktan benim gittiğim gün dışarı gelen kokular eve ya da burada pek çok örneğine rastlandığı gibi ofise gelenlere ne hissettiriri de açıkcası düşündüm.
Loft yaşayanı olarak değil ama müşteri olarak ziyaret ettiğim Fratelli La Bufala'ya gelince. Ben bir gurme değilim. Türkiye'de ve dünyada çoğu iş icabı pek çok lokantada yiyip içiyorum. Ama tabi bu bana yeme içme uzmanlığı sıfatını kazandırmıyor. O yüzden "çok yerde yiyip içen mi bilir kendini uzmanım diye pazarlayan mı" takdirini okuyana bırakıp içine biraz ekonomi de katacağım lokanta izlenimine başlıyorum.

Bu lokanta Napoli kökenli ve Miami'den Washington'a Rio de Jenerio'dan Londra'ya dünya çapında 90'a yakın restaruantı var. Buranın en önemli özelliği mozerella peyniri. Bu peyniri başta pizzalar olmak üzere pek çok üründe tatmanız mümkün. Bu peynirin hammadesi ise manda sütü. Bize yakın coğrafyada mandaya hakkını veren iki ülkeden biri İtalya. Diğeri Bulgaristan. İşte bu zincir manda sütünden ve etinden öyle başarılı yararlanıyor ki. Lokantanın lezzetinin başrolünde manda var yani. Okuyanlar "ne yani manda sütünden yapılmış ürünleri tatmak için bir sürü para mı vereceğiz bu krizde" diye düşünmesin. Bilerek ya da bilmeyerek içine katıldığı yemeklerin lezzetine lezzet katan mandanın ürünlerinden yiyorsunuz aslında. Mandanın bizim ülkedeki ana mekanı Afyon. Bölgenin meşhur kaymağında ve sucuğunda mandanın katkısı var. Manda sütünden yapılan ürünleri en yoğun kullanan yerli zincir ise Saray Muhallebicileri. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş'ın ailesinin işlettiği tatlıcılar yani. Buradaki muhallebiler manda sütünden imal ediliyor. Ancak Türkiye'de manda sayısı bir hayli az. O yüzden manda çiftliği kurmak için Topbaş ailesi ve Fratelli La Bufalo'nun ihtiyacını karşılamak için mozeralla üreticisi Mandara harekete geçmiş durumda.

Son olarak Fratelli La Buffola'ya gitmek isteyenlere küçük bir öneri. Ortaya 200 gram civarında gelen bir mozerella söyleyin. Bir de margeritha pizza. İsterseniz bir de manda etinden mesela hamburger deneyin. Paylaşarak yemekte fayda var. Porsiyonlar büyük çünkü. Ya da tüm bunları boşverin alın bir afyon sucuğu evinizde sevdiğinizle nefis bir yumurta sucuk partisi yapın. Ya da Saray'a gidin muhallebi yeyin. Muhtemelen siz de ne yediğin değil kimle yediğin önemlidir diyenlerdensiniz. Değil misiniz? Olsun...

18 Şubat 2009 Çarşamba

Dubaili'nin altın anten zevksizliği

Yurtsan Atakan

Dubaili'lerin İstanbul'un göbeğine dikmeyi planladıkları Burgu Kule iyi ki yargıya takılmış. Hürriyet'te Mustafa Kutlay'ın haberinden öğrendiğimize göre Dubai'nin ünlü sonradan görmüşlük abidesi Burj El Arab'ta GSM sinyallerini güçlendiren tekrarlayıcıların (repeater) antenleri altın renginde boyalıymış.

Mimarisindeki hata nedeniyle cep telefonu sinyallerini iyi alamayan otelin teknolojik altyapısındaki tasarım hatasının düzeltilmesi için Araplar işi bir Türk firmasına ihale etmişler. Türk şirketi AVS'ye önemli bir de şart koşmuşlar. Otel içinde kullanılacak antenlerin tümü altın sarısına boyanmalıymış.

Anten bu. Hepsi sinyalleri en iyi şekilde almak ve vermek üzere özel olarak geliştiriliyorlar. Boyandıklarında sinyal güçlerini yitiriyorlar. Teknolojiyi üretenlerin aklına Arab'ın zevkini düşünmek gelmemiş ki, altın renginde anten üretsinler. Türk şirketi AVS araştırmış, soruşturmuş özel bir boya bulmuş da, Dubaili Arab'ın zevkini tatmin etmiş.

Artık bulunan çözüm, sinyal gücünü gerçekten hiç azaltmıyor mu, yoksa sinyal gücü bir miktar azaldığından olması gerekenden daha fazla mı tekrarlayıcı kullanılması gerekmiş, orası meçhul. Parayı basan Dubaili Arap olduğuna göre, derdi de bize düşmez zaten. Ancak Burgu Kulelerin inşasının yargıya takılmasıyla Dubaili zevkinden mahrum kalmamıza ister sevinin, ister üzülün. Orası sizin bileceğiniz iş...

YAZARIN KONUYLA İLGİLİ DİĞER YAZILARI

Burgu Kuleler'i kediler mi temizleyecek

Yurtsan Atakan 2 Kasım 2005/Hürriyet

Dubai'deki meşhur Burj El Arap otelinin kuş pislikleriyle kirlenmesinin, tepesinde kuş uçurtmayan kadrolu şahinlerle önlendiğini duymuş muydunuz?
Peki bu oteli diken firma tarafından tasarlanan İstanbul Dubai Kuleleri'nin temizliğinin nasıl yapılacağı düşünülmüş müdür sizce?
(...)
Burj El Arap dev bir yelkenli silüeti vermek üzere tasarlanmış. İzlenimin gerçekçi olması için de, bir cephesinin tamamına dev bir yelken bezi gerilmiş. Ancak otel bittikten sonra görülmüş ki, otelin tepesinde uçan kuşların pislemesi bezin hızla kirlenmesine yol açıyor...

Bunun üzerine otel kadrosuna dahil edilen şahin terbiyecileri, avcı şahinlerini her sabah otelin üstüne salmaya başlamış. Ve otelin cephesine gerili dev yelken bezinin temizliği etrafta uçan kuşları avlayan, kaçıran şahinlerle sağlanmış.

İstanbul'daki kulelerin burgu şeklindeki bir kaydırağı andıran cam dış cephesini temizlemek için ne gibi yöntemler düşünüyorlar merak ediyorum doğrusu...

İstanbul'a tüy dikmek


Yurtsan Atakan 12 Ekim 2005/Hürriyet

Eskiden, büyükbaş hayvanların saray bahçelerinde cirit attığı yıllarda, pratik bir temizleme yöntemi olarak bu hayvanların pisliklerinin üzerine tüy dikerlermiş. Pislik kuruyunca da kolayca toplarlarmış.

Tarihinden gelen zarafeti algılayamayan belediye başkanlarının öncülüğünde, hep beraber kir içinde bıraktığımız İstanbul'a 650 metrelik gökdelen dikme projesi, bana hemen bunu çağrıştırdı.

Hikáyeyi biliyorsunuz... Dubai velihat prensi olan şeyhe verilen avanta arsalar üzerinde gerçekleştirilecek projelerden birinin 650 metrelik gökdelen olduğu iddia ediliyor.

Dikey yapılanma modası batıda çoktan geride kaldı. Artık sadece Malezya, Tayvan, Çin gibi kompleksli ülkeler birbirinden yüksek gökdelen projeleriyle amonyak yarıştırıyorlar.

(...)

Ama İstanbul öyle değil. Kokonalara hitap edecek şatafatlara ihtiyacı yok. Binlerce yıllık bir tarihi ve kültürü var. Doğal güzelliklerinden artık pek eser kalmamış olsa da, köklü tarihinden kalmış sayısız eser barındırıyor. Bu eserler de pislik ve kaos içinde can çekişiyor ama çoğu hálá yaşıyor.

İstanbul'un tek eksiği, bu pisliğin üzerine tüy dikme işini Dubai şeyhine ihale edecek değil, şehri pislik ve düzensizlik içinden çıkartacak bir yönetim...

Olsam da bir lord kuramam bir Ford

Yurtsan Atakan 13 Ekim 2005/Hürriyet

Dubai turizmi birkaç şatafatlı otel ve bu otellerin teorik olarak gayrımüslümler için açık tutulan barlarına takılan Asya ülkelerinden gelmiş kadınlardan ibaret.

Bilişimdeki uzmanlıkları ise akıllıca davranıp sağladıkları vergi avantajları sayesinde, yabancı bilişim devlerini bölge ofislerini Dubai'de kurmaya ikna etmekten ileri gitmiyor.

Bir de işin ağrıma giden bir yanı daha var.

Şöyle bir tam sayfa gazete ilanı düşünün. Tepesinde ‘Yaşam kültürünüzü değiştirmek için geliyoruz', diye yazsın. Alt köşesinde de ‘USA International Properties'...

Nice köşe yazarımız bu kuruluşa haddini bildirmeye girişirdi değil mi?

Günlerdir gazetelerde buna benzer bir ilan yayınlanıyor. Tepesinde ‘Alışveriş kültürünüzü değiştirmek için geliyoruz', ‘Misafirperverlik anlayışınızı değiştirmeye geliyoruz' gibi patavatsız laflar ediliyor. Alt köşesinde ‘Dubai International Properties' imzasıyla yayınlanıyor. İstanbul'a 5 milyar dolar yatırım yapacak şeyhin şirketinin imzası bu.

Suni cennetlerin zevksiz bir örneği olan Dubai'nin mimarının, İstanbul gibi bir tarih ve kültür merkezine, sırf para getiriyorum diye bu şekilde dalması uygunsuz kaçıyor.x

KONUYLA İLGİLİ DİĞER KAYNAKLARDAN YAZILAR

Tapınak kent Dubai'nin faniliği

Nihal Kemaloğlu - 7 Mart 2009/Akşam


Tapınak kent Dubai'den kaçış hızlanıyor.
Tanrı'nın gazabına uğrayan Dubai gittikçe ıssızlaşıyor.
Göğü delmeye hevesli fiyakalı gökdelenleri artık hüzün abideleri gibiler.
İnsanın çölde tasarladığı cennettin ömrü uzun olamadı.
Postglobal 21. yüzyılın merkezlerinden biri olmak isteyen Dubai hırsına yenildi.
40 yıllık geçmişiyle her yıl milyonlarca insanın ziyaret ettiği Dubai yeni paganizmin beşiğiydi.
Tüketmenin ihtirasıyla azgınlaşan insanlık, dünyanın bütün noktalarından Dubai'ye taşınıyordu.
Mabedimsi alışveriş merkezlerine methiyeler her geçen gün yerkürede yayılıyordu.
Dünyanın en yüksek binaları orada inşa ediliyor, en kitch otelleri orada açılıyordu.
(...)
Her gün bin 500 yabancı Dubai'yi terk ediyor.
Emirlik ekonomik çöküşle ilgili haberlere sansür uyguluyor.
Dubai'nin şatafatlı, abartılı, talana çağıran kuleleri sallanıyor.
Açgözlülük ve abartılı iştahın bedeli ağır oluyor.
Dubai faniliği iliklerine dek yaşıyor olmalı.