30 Eylül 2009 Çarşamba

Çevreci mitleri: Cip, genetik, organik gıda, Küresel Isınma

29 Eylül 2009 - Akşam

Ömer Madra, Fatih Altaylı'yı büyük motorlu otomobiller kullanarak atmosfere fazla karbon salarak çevreyi kirlettiği için eleştirmiş.

Fatih Altaylı da köşesinden kendini savunmuş. Ömer Madra ve diğer çevrecilerin elektrikli otomobilleri savunma gerekçelerini eleştirmiş.

'Doğru', demiş Altaylı, 'Elektrikli otomobiller kent içinde egzoz gazı salmıyor ve bu açıdan yararlılar ama küresel ısınma konusunda diğer otomobillerden pek bir farkları yok. Çünkü sonuçta onlar da bir enerji tüketiyorlar ve bu enerji bir yerlerde üretiliyor. (...) Hidroelektrik ve rüzgar santralları dışında kalanların tamamı, çevrecilerin karşı olduğu 'atıklar' üretiyorlar'.
Fatih Altaylı haklı. Üstelik çevrecilik klişesi olarak cip kullananları eleştirenlerin cip sahiplerini otomobillerini satıp çevreci otomobil al diyenlerin yanıldıkları bir konu daha var.

Dünyanın en çevreci otomobillerinden biri olarak bilinen Toyota Prius, tam bir benzin canavarı olan Hummer'a göre atmosfere kat kat daha az karbon salıyor. Doğru...

Ancak tek bir Prius'un üretimi sırasında tek bir Hummer'a göre atmosfere çok daha fazla karbon salındığını biliyor muydunuz?

Prius'un elektrik aküsünde 14 kilo nikel kullanılıyor. Bu da tek bir Prius'un üretimi için harcanan enerjinin 113 milyon Btu gibi çok yüksek bir miktara çıkmasına yol açıyor.

Benzinli bir otomobil, 1 litre benzin yaktığında 30 bin Btu enerji harcıyor. Bir başka deyişle dünyanın en çevreci otomobillerinden biri olan Prius'u satın aldığınızda daha yola çıkmadan atmosferi benzinli bir otomobille 160 bin kilometre yol yapıp, 4 bin litre benzin yakmış kadar kirletmiş oluyorsunuz.

Kısacası 'Küresel Isınma'yı önlemek için cibini sat, elektrikli bir otomobil al' demek dayanaksız bir çevreci klişesinden başka bir şey değil.

Küresel Isınma ve çevrecilik klişeleri ciplerle sınırla da değil. Wired dergisinin eski sayılarından birinde 'ezbere çevrecilerin' basmakalıp dayanaksız mitlerinin ipliği pazara çıkarılmıştı.
Örneğin hani Kyoto Protokolü diye kopartılan kıyametin de içyüzü kamuoyunda yaratılan inançtan çok farklı.

Kyoto Protokolü tam olarak uygulansa bile Küresel Isınma'yı sadece 6,5 gün eretleyecek. Dahası Kyoto Protokolü aslında emperyalizmin yeni postundan başka bir şey değil. Protokol, atmosfere daha fazla karbon salan sanayileşmiş ülkelerin, daha az üretim yaptığı için daha az karbon salan gelişmemiş olan ülkelerin karbon salma kotasını satın alabilmesini öngörüyor. Yani protokol, gelişmemiş ülkelerin sanayileşme hakkının gelişmiş ülkelerce satın alınabilmesini öngören bir gözboyamadan ibaret.

Bir başka çevreci miti ise organik yiyeceklerin çevreye yararı ve genetik gıdaların zararı ile ilgili. Çevreyi korumak isteyenlerin mitin öngördüğünün tam tersine organik yiyeceklerden uzak durması, genetik gıda üretimini desteklemesi gerek. Organik ürünlerin yetiştirilmesi sırasında, organik olmayanlara göre atmosfere çok daha fazla karbon salınıyor. Öte yandan çevre bilinci olanlaran genetik gıdalara da karşı çıkmaması gerekiyor. Genetiğiyle oynayarak ürünlerin atmosfere daha az karbon salması sağlanabiliyor.

Genetiğiyle olnanmış pirinçle örneğin, yılda 50 milyon ton daha az karbon salınabilir atmosfere.

Mitlerin sonu yok. Ve bu saydığım argümanlar da tıpkı ezbere çevrecilerce yayılan argümanlar gibi tek taraflı. Önemli olan her zaman madalyonun bize pompalanan tek yüzüne bakarak değil, iki yüzüne birden bakarak karar vermek.

yurtsan@neobizmedya.com

28 Eylül 2009 Pazartesi

Twitter ile New York seyahati

27 Eylül 2009 - Akşam

Twitter'a en son "Benim için ağlama Türkiye" notunu bırakıp, 24 saatten fazla yazmayınca Serdar Turgut için endişelenmeye başlamıştım.
Biliyorsunuz, İsmail Küçükkaya ve Serdar Turgut haftabaşından beri NY'taydılar. İsmail Küçükkaya Başbakan Erdoğan'ı takip ederken, Serdar Turgut az parayla NY'da yaşamak gibi tehlikeli ve işkenceli bir deneyimin içine atmıştı kendini.
Serdar Turgut için endişelenmekte haklıymışım. Dört dolarlık yemek bütçeleriyle günlerce süründükten sonra İsmail Küçükkaya'nın iyi bir restoranda yemek davetinin çekiciliğine kapılmış. Kaldığı evsiz sığınağından bozma otelinde yıkanıp, paklanıp yola düşmüş. Gerçi odasında banyo olup olmadığını yazmamış. Yıllar önce banyoların ortak kullanıldığı bir otelde kalmıştım NY'ta. Bir hafta duş almasan, bu ortak banyolarda duş almaya kalktığından daha temiz ve steril kalırsın.
Serdar Turgut banyolu bir odada kalıyor da bizi kendine haksız yere acındırıyorsa bilemem ama eğer bu ortak banyolardan birinde duş alıp İsmail Küçükkaya ile yemeğe çıktıysa, patronumuz Mehmet Emin Karamehmet, AKŞAM'a yedek bir yayın yönetmeni ve usta yazar aramaya başlasa iyi olur (Her iki pozisyon için tekliflere açığım bu arada).
Neyse garibim Serdar Turgut çok iyi bir restorana gideceğim hayaliyle yanıp tutuşurken kendini Nobu'da bulmuş. Gerçi günlerce Lübnanlı, Cezayirli, Filistinli sokak satıcılarının tükürük kebaplarından (bizim tükürük köftesinin NY versiyonu) sonra Nobu'nun nefis yemekleri de ilaç gibi gelmiştir. İsmail Küçükkaya'ya e.posta ile gönderdiğim tavsiye listesindeki restoranlardan birine denk gelmiş olsaydı geçireceği lezzet şokuyla belki de tat alma duyusunda kalıcı hasar oluşabilirdi.
Serdar Turgut'un ucuza NY deneyimini duyunca, NY'u benden çok daha iyi biliyor olmasına rağmen Twitter aracılığıyla ucuza iyi yemek yenebilecek bir, iki yeni yer tavsiye edeyim dedim. Yemek bütçesinin 4-6 dolar olduğunu öğrenince önce pes ettim.
Sonra masamda duran Zagat'ın Dünyanın En İyi Restoranları kitabına takıldı gözüm. Serdar Turgut belki NY'u benden daha iyi biliyor olabilir ama ben de teknolojiyi kullanma konusunda onunla aşık atarım. Reyting meraklısı bu Amerikalılar mutlaka evsizler için de bir rehber yapmışlardır deyip İnternet'te araştırmaya başladım. Ne de olsa Serdar Turgut'un yemek bütçesi ancak "homeless"larla yiyebilmesine olanak verecek kadardı.
Haklıymışım. Gerçekten de evsizler için yemek yeme rehberi varmış İnternet'te. Şu teknoloji nelere kadir, İstanbul'da oturduğum koltuktan NY'lu evsizler için en lezzetli yemekleri bedavaya veren evsiz sığınaklarının listesini inceleyip, Serdar Turgut için mekan beğenmeye çalışıyorum.
En iyi beleş yemeğin Little Italy civarındaki bir Bowery sığınağında servis edildiğini böylece keşfettim. Serdar Turgut'a Twitter'dan hemen ilettim adresini.
Öte yandan daha önce yapmış olduğum Zabar's tavsiyeme neden itibar etmedi anlamış değilim. Zabar's dünyanın en zengin peynir çeşidini sunan, gurme şarküterisi. 100 gram Raw Milk Morbier peynirini 4 dolara alıp, 50 cent'lik taze ekmeğin arasında, 1 dolarlık 1 litre Japon birasıyla toplam 5.5 dolara, bütçesini zorlamadan bir ziyafet çekebilirdi Central Park'ta kendine.
İşte bunun için Twitter yerine Friendfeed'i tercih ediyorum. Twitter'ın 140 harflik sınırlamasıyla tavsiyenizi bile yeterince anlatamıyorsunuz ki. Oysa Friendfeed'de her şey çok daha kolay.
friendfeed.com/yurtsan adresinde açtığım "İnternet Gazeteleri Ücretsiz Olabilir mi" başlığının altına yaptığınız katkılar da birikti bu arada. Haftaya sıra yine bu konuda...

yurtsan@neobizmedya.com

Ücretli İnternet gazetesi boş bir hayal

20 Eylül 2009 - Akşam

Medya patronu Rupert Murdoch, bir yıl içinde tüm gazete ve televizyonlarının İnternet sitelerini paralı yapma hedefini açıklayınca bize de dert oldu, Türk gazetelerinin İnternet versiyonları nasıl paralı olacak tartışmaya başladık.
Oysa Türk basınının, Türk medyasının en son derdi herhalde, İnternet versiyonlarının paralı mı parasız mı olacağı. Bir kere İnternet yayıncılığı Türkiye'de henüz emekleme döneminde. İnternet yayıncılığına Türkiye'de ne ciddi bir yatırım yapan var ne de kafa yoran... Türkiye'nin en çok ziyaret edilen, en iddialı haber sitelerinin haline bir bakın. Kısıtlı olanaklarla, iyi niyetle çabalayanları tenzih ederim, hangisinin sunduğu hangi içeriğe erişmek için beş kuruş veren tek bir kişi çıkar?
Alexa'nın kıytırık ölçümleme sisteminde bir sıra yukarı çıkmak için başvurulan hokkabazlıkları mı parayla satmayı düşünüyorlar İnternet kullanıcılarına? Kapağa seksi bir fotoğraf koyup, tıklandığında açılan 50 fotoğraflık Foto-Galeri'nin içine sakladıkları fotoğraf için mi para isteyecekler ziyaretçilerinden? Yoksa manşete koydukları meraklandırıcı sorulara tıklatıp, o sayfadan bu sayfaya dolaştırma kurnazlıklarına mı para vermesini bekliyorlar okurlarının?
Öte yandan İnternet yayıncılığının başarılı rekabetinden bunalan Murdoch'un kaygılarını da anlıyorum. Reklam pastasının her yıl daha büyük bir dilimini İnternet'le paylaşmaktan, okurların her yıl daha büyük bir bölümünü İnternet sitelerine kaptırmaktan bunalmış, çareyi gazetelerinin, televizyonlarının sitelerini paralı yapmakta arıyor.
Gerçi dediği gibi yapmayı başarırsa, beklediği sonucu alamayacak. İnternet yayıncılığının rekabetinden bunalan basılı gazetelerin kurtuluşu paralı İnternet versiyonlarında araması beyhude.
İş ekonomisinin temel kuralıdır. Marjinal maliyeti sıfır olan ürünler ancak çok özel durumlarda parayla satılabilirler. Bir ürünün maliyeti ister bir adet, ister bir milyon adet tüketilse de aynı kalıyorsa, o ürünün marjinal maliyeti sıfır demektir. Basılı gazetenin marjinal maliyeti örneğin sıfır değildir. Satılan her gazetenin kağıt, baskı, mürekkep ve dağıtım maliyeti vardır. Bir gazete ne kadar çok satarsa, bu maliyetleri de o denli artar. Televizyon yayınlarının ise marjinal maliyeti sıfırdır. Bir programın yapım maliyeti sabittir. O programı ister bir kişi ister milyon kişi izlesin maliyeti artmaz ya da azalmaz. Gazetelerin parayla, televizyon kanallarının ise bedava izlenebilmesinin nedeni budur. TV kanalları parayı izleyicilerinden değil, reklamverenlerinden kazanırlar.
İnternet'te de durum aynı. Hatta İnternet'te paralı yayın yapmak, televizonda ücretli yayın yapmaktan çok daha zor. Nedeni İnternet yayıncılığının sabit giderlerinin de çok düşük olması. İsteyen her kişinin kendi İnternet yayınını fazla bir yatırıma gerek duymadan, neredeyse sıfır maliyetle yapabilmesi. Dolayısıyla Murdoch eğer tüm gazetelerinin, tüm televizyonlarının İnternet versiyonlarını paralı yapmaya kalkışacak olursa, başkalarının veremeyeceği kalitede bir içerik sunması gerekecektir. Bu da herkesin içerik üretebildiği İnternet ortamında çok zor.
Konuyu okurlarla tartıştığımız friendfeed.com/yurtsan sayfasındaki platforma yazan Ömer Ekinci, "Gazeteleri paralı yapmanın ucuna katma değerli servisler eklenebilirse, bu model çalışabilir diye düşünüyorum", demiş.
Haklı. Sinema kanallarının, maç yayınlarının paralı yapılabildiği televizyon yayıncılığında olduğu gibi başkasının veremeyeceği içeriği verebilen sitelerin paralı olması İnternet'te de mümkün. Ancak bunlar çok kısıtlı alanlar. İnternet yayınlarının çok büyük bir yüzdesi ücretsiz olmaya mahkum.
Medya patronları İnternet çağında ayakta kalmak istiyorlarsa, yayınları paralı yapmayı hedeflemek gibi boş işlerle uğraşacaklarına, reklam gelirlerini artırmanın, İnternet reklamcılığını daha etkili hale getirmenin yollarını arasalar hepimiz için çok daha hayırlı olacak.

yurtsan@neobizmedya.com

Şamar oğlanı: Küresel Isınma

13 Eylül 2009 - Akşam

Aşırı da olsa alt tarafı bir sağanak yağmurun ardından 40 kişinin ölmesinin kabahati küresel ısınmaya çıkarıldı.

İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş da, Vali Muammer Güler de, Başbakan Tayyip Erdoğan da Küresel Isınma diyor, başka bir şey demiyor.

İstanbul'un yönetimini üstlenenler iki yıl önce yaşadığımız kuraklığa bağlı susuzluğun sorumluluğunu da küresel ısınmaya bağlıyorlardı. Kuraklığın da sağanağın da nedeni küresel ısınma, bu nasıl iş?

İşin daha da enteresan yanı, yaşanan yağmur felaketinin sorumluluğunu Küresel Isınmaya atanları bugün eleştiren medya, iki yıl önceki dönemsel kuraklık boyunca "Küresel Isınma"yı kendi dilinden düşürmüyordu.

Peki şimdi ne oldu da suçu Küresel Isınma'ya atmak birden tu kaka oluverdi? İki yıl önceki kuraklık sırasında yaşanan susuzluğun sorumluluğu 15 yıl boyunca İstanbul'un su ihtiyacını karşılamaya yönelik tek bir majör projeyi hayata geçirmemiş olanlarda değil Küresel Isınma'daydı da, Ayazma deresi 15 yıl sonra ikinci kez taştığında neden kimse sorumlunun Küresel Isınma olduğuna inanmıyor?

Nedenini söyleyeyim... Acı ama gerçek... Sıradan bir sağanak yağmurun ardından 40 canın feda olmasının ardındaki nedenle aynı. Susuzluğun da, yağmura 40 can vermenin de, hem kuraklığın hem aşırı sağnak yağışın sorumlusunun Küresel Isınma olduğunu iddia etmenin de nedeni aynı. Sorumlu Küresel Isınma filan değil Yöresel Cehalet, bu kadar basit.

İlkel bir kabile için teknoloji sihir gibidir. Otomobil kendi kendine gidiyorsa, demir kuş uçuyorsa içinde cin olmalıdır. Fotoğraf makinesi, fotoğrafı çekilen kişinin ruhunu içine hapsediyordur.
Biraz daha eğitimlisi, yarı entelektüeli; ısı olmadan pişiren mikrodalga fırının yemeğin moleküllerini değiştirdiğine, cep telefonu vericilerinin radyasyon yaydığına inanır. Cep telefonlarının otomobillerin, otoüslerin ABS fren sistemlerini kilitlediğine inananlar bile çıkar bunlar arasından.

Kurak geçen bir yazı Küresel Isınma ile bağdaştıran düz mantıkla kışın dondurma yemek zararlıdır düz mantığı aynıdır.

Oysa kuraklık kadar aşırı yağışların nedeni de Küresel Isınma olabilir. Küresel Isınma dünyanın her yerinde, her an kuraklık yaşanacak demek değil. Küresel Isınma iklimlerin dengesinin bozulması, dolayısıyla hava durumunun kararsızlaşması demek.
Böyle bakınca kuraklık kadar sellerin sorumluluğunu Küresel Isınma'ya yıkmaya çalışanlar haklı olabilirmiş gibi geliyor değil mi?

Değil. Küresel Isınma'nın ne iki sene önceki kuraklıkla, ne de bu son yağışlarla ilgisi var. Tüm bu meteorolojik olayların nedeni Küresel Isınma değil doğal iklimsel döngüler. Küresel Isınma'nın hissedilebilir etkilerini ısınma devam ederse bundan ancak yirmi, otuz yıl sonra hissedebileceğiz.

Küresel Isınma da çok önemli tabii ama bizim şu anda acilen savaşmaya başlamamız gereken çok daha acil bir sorunumuz var. O da Yöresel Cehalet.

Bu Yöresel Cehalet'ten kurtulabilmenin tek kestirme yolu ise Küresel Isınma'ya takılmak filan değil. Küresel Isınma'nın vebali atmosfere aşırı miktarda karbon salan gelişmiş ülkelerin boynuna. Biz önce Yöresel Cehalet'imizden kurtulabilmek için Evrensel Kültür'den yani teknolojiden nasıl yararlanabiliriz ona bakalım.

Uzakdoğu dövüş sanatlarının büyük çoğunluğu rakibin gücünü kendisine karşı kullanmaya dayanır. Teknoloji üretmiyoruz sadece tüketiyoruz diye gocunmanın faydası yok. Önce alemin geliştirdiği teknolojiyi doğru ve verimli kullanmayı bilelim, yeni teknolojiler üretmek ardından otomatik gelecektir. Teknolojiyi doğru kullanamadığımız sürece daha çok sel suları altında boğulmaya devam ederiz.

yurtsan@neobizmedya.com

27 Eylül 2009 Pazar

Müşteri Çıldırtma Merkezleri

6 Eylül 2009 - Akşam

Okur katkılarıyla yazılan köşe yazıları denemesi iyi gidiyor. Okurlarla friendfeed.com/yurtsan adresinde buluşup, yazı konusu üzerinde fikir ve bilgilerimizi paylaşıp, bu köşeyi birlikte yaratıyoruz.

Köşe yazarlarının yeni oyuncağı Twitter yerine Friendfeed’i seçmemin nedeni mesajlara karakter kısıtlaması getirmemesi. Twitter’ın aksine Friendfeed’de istediğiniz uzunlukta mesaj gönderebiliyorsunuz, üstelik isterseniz mesajınız Twitter’daki sayfanıza da otomatik gidiyor. Bu özelliği nedeniyle de okurlarla birlikte yazma denemesine çok daha uygun bir altyapı sunuyor.

Geçen haftaki yazımızda, “teknoloji kullanmaya meraklı, yeni teknolojileri hızlı ve verimli bir biçimde kullanmaya yatkın bir toplum olduğumuz yaygın inancının”, ne derecede doğru olduğunu sorgulamıştık. Konu öyle bir, iki yazıda bitirecek bir konu değil. Bu hafta da konunun bir başka boyutunu sorguladık. Hızla benimsediğimiz ve yaygın bir biçimde kullandığımız Çağrı Merkezleri teknolojisini doğru kullanıp kullanmadığımızı tartıştık.

İki hafta önce Bodrum’a gidecektim. Zamanında kullanmadığım için hep yaktığım THY ödül millerini kullanmaya karar verdim. İnternet sitelerine girip, daha fazla mile mal olan yer garantili ödül bilet almaya çalıştım. THY bu uygulamasında, iki katı mil harcama koşuluyla uçakta yer olduğu sürece bilet vermeyi taahüt ediyor. Gelin görün ki parayla satın almaya kalktığınızda uçakta yer olduğunu gösteren THY İnternet sitesi, bu yerleri mille almaya kalktığınızda yer yok diyor.

İşimi İnternet teknolojisini kullanarak halledemeyince, Çağrı Merkezi teknolojisiyle halledeyim dedim. Yok oraya tuşla, yok buraya tuşla aşamalarını başarıyla geçip, telefon faturamı bir hayli kabarttıktan sonra müşteri temsilcisine ulaşmayı başardım.

O da uçakta yer yok demez mi? Nasıl olur satın almaya çalışınca uçak bomboş görünüyor, diye itiraz edince teslim oldu, yok denilen koltuklar bulundu.

Uzun işlemler sonrasında, ödememi alıp biletimi kesebilmek için sesli otomatik yanıt sistemine bağladı. Sesli otomatik yanıt sistemi bir türlü düzgün çalışmadı. Pin pon topu gibi bir sisteme bir temsilciye bağlanıp durdum. Yaklaşık 45 dakika böyle geçtikten sonra, sistem bozuk tekrar arayın deyip işin içinden çıktılar. İki saat sonra tekrar aradığımda, sistem yine çalışmıyordu. Tekrar arayın dediler. İşlemimi o gün tamamlayamazsam rezervasyonumun da yanacağını, tüm işlemleri tekrarlamam gerekeceğini eklemeyi de ihmal etmediler.

Madem sistem çalışmıyor, bunun manüel bir yedek sistemi olmalı. Teknoloji bu. Ne kadar ileri olsa da kusursuz çalışmıyor. Bazen iflas ediyor. Bu gibi durumları önceden görüp, önlemini almak gerekiyor. Sistemin çöktüğü zamanlarda devreye sokulmak üzere manüel çalışan bir yedek işleyiş tasarlamak çok mu zor? Değil ama düşünen yok. Teknolojiye yatırım yapmışlar, yeter daha ne istiyorsunuz? İlla çalışacak o sistem ama çalışmıyor işte… O zaman da müşteri memnuniyeti için kurduğun sistemler müşteri çıldırtma merkezlerine dönüşüyor.

friendfeed.com/yurtsan adresine haftaya bu köşede yayınlanmak üzere, diğer teknolojileri (örneğin kredi kartı pos makinesi, İnternet, bilgisayar, alarm sistemleri vs) nasıl kullandığımızla ilgili deneyim, gözlem ve fikirlerinizi bekliyorum.

yurtsan@neobizmedya.com

Türk için iş biliş bilişimden önemli

30 Ağustos 2009 - Akşam

“Türkler yeni teknolojilere meraklıdır ve hemen adapte olur, iyi kullanırlar”. Teknoloji ile ilgili çok sık kullanılan klişelerdendir. Bir diğeri, daha sık kullanılanı ise “Türkiye’de teknoloji üretimine önem verilmiyor, teknolojiyi üretmekten çok tüketmeyi biliyoruz” klişesidir. Peki acaba gerçekten öyle mi?

Geçen hafta iki Türk, iki saygın ABD dergisinde yayınlanan iki farklı listede dünyanın en iyileri arasında gösterildiler. Güler Sabancı, Forbes dergisinin Dünyanın En Güçlü 100 Kadını listesine 27. Sıradan girmeyi başardı. Prof. Aydoğan Özcan ise MIT Technlogy Review dergisinin Yılın 35 Genç Mucidi listesine girdi. Güler Sabancı’nın başarısı tüm gazetelerimizce kapaktan haber yapılırken, Aydoğan Özcan’ın büyük başarısına yüz veren kimse çıkmadı medyamızdan. Bir tek biz AKŞAM’da, yine bu sayfalarda manşet yaptık Prof. Özcan’ın başarısını.

Medyamızın bir iş kadınının başarısını bu kadar büyütürken, bir bilim adamımızın başarısını görmemezlikten gelmesinin nedenini anlamak, toplum olarak teknolojiyle olan ilişkimizin doğasını tanımlamak için önemli.

Acaba yazının başında değindiğim ilk önermenin aksine Türkler teknolojiye hiç ilgi duymuyorlar da, gazetelerimiz teknoloji haberlerine bu nedenle mi hiç önem vermiyorlar? Yoksa toplum olarak yeni teknolojilere büyük merak duyuyoruz ama medya mı görmekten aciz bu merakı?

15 yıldır günlük gazetelerin teknoloji sayfaları, bölümleri, eklerini yöneten bir gazeteci olarak edindiğim izlenim okurların teknolojiyle ilgili haberlere çok büyük ilgi duyduğu yönünde. Gazetelerimizin genelde teknoloji haberlerinden uzak durmasının nedeni medyadaki yöneticilerin büyük bölümünün teknolojiye uzak duran kişiler olması.

Peki acaba toplum olarak teknolojiye olan merakımız, yeni teknolojileri tüketmeye olan bir ilgiden mi ibaret? Teknoloji üretmeye de yakın bir toplum muyuz? Ya da üretmeyi şimdilik bir kenara koyalım, teknolojiyi tüketirken ondan en iyi şekilde yararlanmayı biliyor muyuz?

Friendfeed.com/yurtsan adresindeki, köşe yazılarını birlikte yazma atölyemizde bu hafta bunu tartıştık.

Yusuf Güzel: İyi kullanma değil de verimli kullanma konusu tartışılmalı bence. "Elleme bozacaksın"larla büyüdüm ben. Eve ya da akrabalardan birine teknolojik bi alet gelse koşar kurulurdum başına acaba neleri neleri varmış diye. Sonra öğrenir söylerdim şu şu özellikleri varmış falan, hıhı der geçer o özellikleri kullanmazlardı hiç.

Vadi Efe: Teknolojiye erişim çok fakat genele yaydığımızda verimli bir kullanımı olduğunu düşünmüyorum. Daha çok toplumda eksikliği hissedilen konularda tatmin aracı olarak kullanılıyor: Sosyalleşme, kaynaşma…

Harun (nikita): ATM'lerden ve İnternet’ten şubelerde yapabileceğiniz neredeyse her şeyi yapma imkanınız varken basit bir fatura ödemesi ya da havale için şubelerin hâlâ dolup taştığını görüyorum.

Handan Aybars: Teknolojiye kolay adapte oluyoruz bu gerçek. Ama maalesef en kısa zamanda bir boşluk noktasını, basit bir tarafını, ahlaksız bir yönünü de buluyoruz. İnternet’i kullanmaktan kasıt facebook ve msn hesabı ile sınırlı. http://friendfeed.com/haybars

Uğur Özmen: KOBİ'ler ofis programları dışında teknoloji kullanmıyor. Muhasebe yazılımları bile yüzde 100’ü kapsamış değil. Ancak büyük firmaların satıcıları iseler, onların zorlaması ile ERP kullanmak zorunda kalıyorlar. Aksi takdirde, kendi "alan adı" bile olmayanlar çoğunlukta.

Konu çok derin ve daha çok su kaldıracağa benziyor. Bu yazıyla bitirecek gibi değil, daha birkaç yazıyı bu konuya ayırabilirmişiz gibi geliyor bana. Şimdilik birkaç “okur/yazar” katkısından alıntı yapmakla yetindim. Henüz aramıza katılmadıysanız sizi de fikirlerinzle friendfeed.com/yurtsan adresine bekliyoruz.

yurtsan@neobizmedya.com

Medya teknolojiyle nasıl kurtulur

23 Ağustos 2009 - Akşam

Teknolojinin medyaya olan etkisi son günlerin sıcak konusu malumunuz. Kimi teknoloji medyayı vezir, kimi rezil ediyor diyor. Peki acaba basının renkli kalemleri teknolojiyi kullanarak, çizmekte oldukları karakterleri nasıl geliştirirlerdi?

Ertuğrul Özkök örneğin, teknolojiyi iPod'undan Fatiha okutacak ve bunu yazı konusu yapacak kadar iyi ve etkili kullanıyor, biliyoruz. Peki çok sevdiği iPod’unu yazılarına renk katmak için daha nasıl kullanabilirdi? Belki de yazılarını otomatik Kürtçe'ye çevirip PodCast'e gönderen bir yazılım kullanır ve Kürt açılımına bu şekilde bir katkıda bulunurdu…

Serdar Turgut cep telefonuna çalışacak Java ile geliştirilmiş bir kronometre yüklerdi. Bu kronometre, Beyaz Türk olmayan biri Serdar Turgut'un bir kilometre çapında yakın menziline girdiğinde alarm çalmaya başlardı. Serdar Turgut bu durumda Türkiye'de çok kısıtlı bir alanda yaşayabileceğinden, New York'a temelli yerleşmek için Rana'yı ikna edecek teknolojik ve bu nedenle de itiraz edilemeyecek bir kanıta kavuşmuş olurdu.

Engin Ardıç entellektüel birikimini ve üretkenliğini geçmişte kanıtlamış bir yazar ama bazı belli konulara taktığından beri kısırlaştı. Özellikle de başlık konusunda kelime hazinesi sıkıntısı çektiği aşikar. Öyle ki sık sık İngilizce, Fransızca, Almanca başlıklardan medet ummaya bile başladı. DVD ve kitap siparişi için İnternet'i iyi kullandığını da biliyoruz. Ama sanki otomatik çeviri sitesi Zargan.com'u duymamış olduğundan şüpheleniyorum. Öyle olsa İngilizce, Fransızca ve Almanca başlıklarının Türkçe karşılıklarını kolayca kullanır, yazılarına yabancı dilde başlıklar atmak zorunda kalmazdı.

Oktay Ekşi bıldırcın yumurtalarının içine radyo sinyaliyle çalışan ateşleyiciler koyar, bıldırcın yumurtalarını fotoğrafındaki o keskin bakışına uygun kaş göz hareketleriyle, gözlüğüne monte edeceği hareket algılayıcılı vericiler vasıtasıyla 1000 metreden patlatırdı.
Doğan Hızlan, Ertuğrul Özkök'ün bir Hürriyet Sit-Com'u yaratma aşkına eline tutuşturulan bir tüfekle çektirdiği ve köşesinde yayınladığı fotoğraftaki eğreti duran tüfeği Photoshop aracılığıyla Stradivarius bir kemana, olmadı en azından bir saza dönüştürürdü.
Fatih Altaylı, Habertürk'ün İnternet sitesinin işini gerçekten bilen teknik ekibine, başka gazetelerdeki yazarların yazılarından rasgele seçtiği cümleleri biraraya getirerek yepyeni köşe yazıları yaratan bir yazılım geliştirterek gazetesinin yazar yelpazesini zenginleştirebilirdi.

Selahattin Duman yeni bir 3G yazılımı bulur, gittiği restoranlarda sigara yasağına rağmen purosunu yakardı. Şikayete ya da denetime takılıp da ceza yiyecek olursa cep telefonundaki 3G yazılımı yediği her cezayı 3G ile ışık hızında Restorancılar, Kırahathaneler ve Kahvehaneciler Derneği'nin veritabanına gönderirdi. Yediği her cezanın karşılığında yediği cezanın 5 katı miktarda dernek üyesi işyerlerinden bedava yemek, içki ve pişpirik hakkı kazanırdı.
Ekrem Dumanlı, köşe yazarı tasfiyesini Bilgi Teknolojileri Kurumu (BTK) İnternet Başkanlığı'nın erişim engelleme olanaklarını kullanarak İnternet'ten başlatabilirdi. Oluşturduğu tasfiye listesini Başkanlık’a verir, Başkanlık da tıpkı Youtube'a yaptığı gibi bu yazarların yazılarına erişimi sansürlerdi.

Ve tabii okurların friendfeed.com/yurtsan adresindeki sayfadan yaptıkları katkıları da unutacak değilim.

Onur Almışlar: Ahmet Altan, özel üretilen bir yazılımla; kimin, nerede, hangi tür gizli belge sakladığını tespit ederdi. Koordinatları, Google Earth ile öğrenirdi. Emniyet, Genel Kurmay ve MİT ile online bağlantıda olan bu yazılım; ilgili kurumlara herhangi bir plan, şema, kroki geldiğinde direk Ahmet Altan'a online olarak aktarırdı. Tabi yazılımın en büyük özelliği gerçekleriyle fotokopileri ayırması olurdu.

Nahnu: Ahmet Hakan çift Sim kartlı cep telefonu kullanırdı. İkinci kart Ahmet Arsan üzerine olurdu. Aynı şeyi Fehmi Koru da Taha Kıvanç adına bir Sim kartla hallederdi.

Clark Kent: Ahmet Hakan Nişantaşı'nda takıldığı mekanların videosunu cep telefonuyla kaydeder. Sonra Ertuğrul Özkök'le birlikte Umre'ye gider, oradaki anılarını da cep telefonuyla ölümsüzleştirirdi. Tüm bu videoları Windows Movie Maker'la birleştirir, muhtelif efektlerle süsler, fon müziği olarak "Sordum sarı çiçeğe" kullanır, videoyu Youtube'a yüklerdi.

yurtsan@neobizmedya.com

Teknoloji medyayı vezir de eder rezil de

16 Ağustos 2009 - Akşam

Teknoloji yazılarına bir süre ara verdim ya Hıncal Uluç, Oray Eğin, Haşmet Babaoğlu ve Mehmet Barlas ortalığı boş buldular, teknolojik gelişmeler gazeteciliği nasıl etkiliyor hararetle tartışıyorlar.

Mehmet Barlas’ı bilmiyorum ama Hıncal Uluç’un, Oray Eğin’in, Haşmet Babaoğlu’nun ilk yazımdan bu tartışmaya balıklama dalmama sevineceklerini biliyorum. Fikirlerini destekleyeceğim için değil tartışırken aralarında beni de görmekten mutlu olacaklarını bildiğim için…

Zaten bu tartışmada fikir olarak sevgili dostlarımdan çok sevgili meslek büyüğüm Mehmet Barlas’a daha yakınım. Öte yandan Uluç’un da, Eğin’in de, Babaoğlu’nun da haklı olduğu yanlar var.
Örneğin Hıncal Uluç’un İnternet, dizüstü bilgisayar ve 3G gibi iletişim teknolojilerinin medyada kalite düşüşüne yol açtığı savına gönülden katılıyorum. Ancak bu kötüye gidişin nedeni gelişen teknoloji değil, teknolojiyi kullanış biçimimiz.
Teknoloji bir araç sadece. Bu aracın nasıl kullanılacağını ise yeni teknolojiyi kullanmaya başlayan toplumun ve o toplumu oluşturan bireylerin kültür düzeyi belirliyor.

Akşam’da yeni başladığım yazılarımda İnternet’in sağladığı okurla etkileşim kurma olanağını sonuna kadar kullanmak niyetindeyim. Bu amaçla Friendfeed.com sitesinde bir sayfa açtım.

Friendfeed.com/yurtsan adresinden ulaşabileceğiniz sayfada Akşam’daki ilk yazımda teknoloji-medya ilişkisini yazacağımı duyurdum ve okurlardan katkılarını talep ettim. İşte bazıları…

Aykut Bal: Eğer gazeteciler teknolojiyle beraber vizyonlarını değiştiremezse bu olaydan kötü etkilenirler, ama doğru hamleleri yaparlarsa avantaja da çevirebilirler. Teknoloji sayesinde işlerin kolaylaşması bir çok işi ayağa düşürebiliyor. Teknolojiyle birlikte gazetecilik yapmak artık daha kolay bir meslek.

Dr. Hakan Gök: Teknolojinin gazeteciliğe fiziksel olarak etkisi; çok da uzak olmayan bir zamanda kağıt kullanılmayacak olması. Ormanlar kurtulacak. Gazeteciler tahminimce önümüzdeki 10 yıllık perspektifte bunu dikkate alarak açılımlarını gözden geçirmeli derim...

Mobil Adam: “Teknoloji-gazetecilik” ilişkisinin “teknoloji-herhangi bir iş alanı" ilişkisinden çok da farklı olmadığını düşünüyorum. Her iş için artısı olan teknoloji o iş alanındaki bazı noktalarda da tembelliğe itiyor. Bugün ayakkabı üretimi yapan adamların eline deri, çekiç verip hadi yap desen bön bön bakarlar, ama bu onların yanlış bir şey yaptıkları anlamına gelmez. Onların malının alıcısı olduğu gibi elle dikilen ayakkabıların da özel alıcısı vardır. Benzeri gazetecilikte de şu an için geçerli.

Bu fikirlerin tümüne katılıyorum ama Hıncal Uluç’un ortaya attığı medyadaki genel kalitesizleşmenin nedeni teknolojidir savının daha bol bol tartışılması gereken bir sav olduğunu düşünüyorum.
Türk medyasındaki sorunun, teknolojiden kazanılan zaman ve kaynağın kötü kullanılmasından kaynaklandığı fikrindeyim. Teknoloji maliyetlerin düşürülmesinde kullanılırken, çıkan ürünün kalitesini artırmak için kullanılmıyor. Bu da Aykut Bal'ın ve MobilAdam'ın da dikkat çektiği gibi sadece gazetecilik değil tüm iş alanlarındaki temel bir sorun. Ancak bence evrensel olmaktan çok Türkiye'ye özgü bir sorun.

Türk medyası teknolojinin sağladığı olanakları kötüye kullanıyor. Teknolojinin sağladığı vakit, kaynak ve kolaylığı aynı işi aynı insan kaynağıyla daha kaliteli yapmak için kullanmaya çalışmak yerine, aynı işi daha az ve kalitesiz insan kaynağıyla yapmaya çalışıyor. Sonuçta da kalite kaçınılmaz olarak düşüyor.

Dolayısıyla haklısın Hıncal Abi, teknolojiyle birlikte Türk medyasında hızlı bir kalite düşüşü yaşandı. Ama Mehmet Barlas da haklı. Bu düşüşün nedeni değil, aracı teknoloji. Sorumlu teknolojideki gelişmeler değil, bu gelişmeleri kötü kullanan insanlar.


yurtsan@neobizmedya.com